Gülseren Mungan: Kızıltepe neredeyse birkaç binadan ibaretti. Şimdi ki durumuna göre öyle tanımlayabileceğim ancak. Küçük kendi halinde, ayrı ayrı evlerden oluşan bir yerdi. Böyle çok bitişik nizamlar fazla yoktu. Olsa bile büyük çoğunluğu genellikle tek katlı, bahçeli evlerdi. E tabi apartman falan yoktu. Okullar gibi resmi binalar en fazla iki üç katlıydı.
Mamoste: Sizin döneminizde elektrik var mıydı? Nasıl ders çalışırdınız meselâ?
Gülseren Mungan: Benim büyüdüğüm dönemde elektrik yoktu tabii.
Gaz lambası ve fanuslarla büyüdük. Fenos derdik onlara. Onların ışığı altında ders çalıştık. Hatta ben o şiş göbekli lâmba camlarını çok temizlemişimdir. Pek sevmezdim oysa zorlanırdım. Ama temizleyince de gururlanırdım. Çocukluk işte…
Mamoste: Onların temizliği biraz profesyonellik isteyen bir işti.
Gülseren Mungan: Doğru, ama çok güzel cam temizlerim ben. Onlar benim işimdi. Ayrıca, “Lüks lâmbası” dediğimiz aydınlatma araçları da vardı. Gerçekten çok iyi aydınlatırdı. Onların fitil değil de, ipekten yapılmış bir ışık kaynakları vardı. Ne derdik ona?
Mamoste: Gömlek mi? Kamis?
Gülseren Mungan: Evet, evet! “Gömlek” derdik. Arapçası “Kamis”. Anımsattığınız için teşekkür ederim. Bir de yemek pişirmek için pompalı gaz ocaklarımız vardı.
Mamoste: Biz papor diyorduk.
Gülseren Mungan: Onlarla böyle büyüdük biz. Odun sobasıyla ısındık. Sobaların yanmadığı dönemlerde de mangal ile ısınırdık. Mangalda mangal kömürü yakılırdı, dışarıda tabii. Ateş köz olduktan sonra içeriye alınırdı. Mangalın çevresinde bir daire şeklinde oturur, battaniyeyi alır, mangal onun altında kalacak şekilde örtünürdük. Çoluk çocuk öyle ısınırdık. Aslında bu, kazalara çok açık bir durum.
Mesela benim Abdülkerim adlı bir kardeşim dört yaşındayken, yanlış hatırlamıyorsam mangal kömüründen zehirlenip öldü
Mamoste: Ama o zaman, belki kimse ondan olduğunu bile bilmiyordu.
Gülseren Mungan: Doğru, bilmiyordu belki de. Ben öyle düşünüyorum o günleri gözümün önüne getirdiğimde…
Mamoste: Değil mi?
Gülseren Mungan: Dört yaşında olmasına karşın henüz konuşamıyordu. Annemin kucağında son nefesini verirken ki halini hatırlıyorum. “Anneee” diye inleyerek öldü. İlk ve son sözü “Anne” oldu. İçim çok acımıştı. Biz gerçekten çok zor günler geçirdik. Öyle böyle değil…
Mamoste: Bunların dışında?
Gülseren Mungan: Bunların dışında suyumuz yoktu. Suyumuz, yani çeşme suyumuz çok sonraları geldi. Çeşmeden akan suyu gördüğümüzde kardeşlerimle ne kadar şaşırıp sevindiğimizi hatırlıyorum. Kızıltepe Koşullarında tabii. O güne kadar bahçemizdeki kuyu suyunu kullanıyorduk. Kovayla kuyudan çok su çektim. Kuyuya düşen düşene. Çocuklar, hayvanlar, eşyalar… Ne ararsanız…
Mamoste: Peki, o günün şartlarına göre yaşam nasıldı?
Gülseren Mungan: O dönemin koşullarına göre biz, şimdiden belki bir 50 yıl daha ilerdeydik. Hem toplumsal yaşam olarak hem zihniyet olarak. Bu günün koşullarındaysa taşıdığımız zihniyete, gittikçe kapanan yaşam tarzımıza çok üzülüyorum! Benim çocukluk ve gençlik yıllarımda, giyimimizden tutun da, konuşmalarımızdan, okullardaki etkinliklerimizden, ailemiz içinde ve toplumda yapabildiklerimizden herkes çok umutluydu, mutluydu. Okullarımızda, şiir yazma ve okuma yarışmaları; resim yarışmaları, münazaralar yapılırdı. Çok güzeldi bizim için bunlar, çok geliştirici. 23 Nisanlarımızı, 19 Mayıslarımızı, Cumhuriyet Bayramlarımızı ne kadar güzel yaşadık biz. Hep şiir okurdum hatırlıyorum, hep kürsüdeydim yani. Bayram demişken dini bayramları da unutmamak gerek. Bu bayramlarda şimdiki çarşı parkıyla (O zaman Belediye Park’ıydı yanlış hatırlamıyorsam) sinema arasındaki geniş boşlukta çocuklar için mini bir lunapark kurulurdu. Dönme dolaplar, atlıkarıncalar gibi… Bayramlıklarımızı orada neşeyle harcardık. Bir de yılın bazı dönemlerinde yine aynı alanda sirkler kurulurdu. İp cambazları, akrobatlar, bilmediğimiz hayvan türleri, üzerinden kamyon geçen insanlar ve daha neler… Şimdi var mı bunlar bilemiyorum.
Mamoste: Anlattıklarınız çok güzel şeyler.
Gülseren Mungan: Evet birçok şey güzeldi. Bir de, aileniz açık fikirli olunca sizi gerçekten hayata da hazırlıyor. “Olmaz! Hayır! Yapamazsın!” olumsuzluğu üzerine kurulmayan bir hayat yaşadığımız için kendimizi iyi ifade edebilir duruma geldik diye düşünüyorum. Kendini ifade edebilen insan öfke denen, kontrol edilmezse tehlikeli duygudan arınır bence. Konuşurduk biz. Babamız, annemiz bizi engellemezdi. Dans ederdik. Babamız bizden önce kalkar, radyodaki oynak havalarda oynardı. Babam rahmetli çok severdi, bayılırdı oynamaya. Sesi çok güzeldi, harika şarkı ve gazel okurdu. Çok güzel resim yapardı, şiir yazardı. Ben çocukluğumdan beri babamın ve annemin yaptığı her şeyi yapma özgürlüğüne sahibim. Onlar bizim örnek büyüklerimizdi. Topaç gibi ortalıkta dans edip duran, şarkı, türkü okuyan, şiirler yazan bir Gülseren canlandırın gözünüzde. Örneğin, Mardin’e teyzemlere gittiğimizde eniştem Sıtkı Ensari, cümbüş çalan bir abimizi akşam eve getirirdi. Avluda otururduk. O, cümbüş çalar, ben de şarkılar söylerdim. Yukarıdaki avlulardan “Kim okuyor, kim söylüyor?” diye insanlar sarkardı.
Mamoste: Hayat daha doğaldı…
Gülseren Mungan: Hayat daha doğal, daha güzel, daha anlamlıydı. Öyle kimse kimseyi birbirinden sakınmazdı. Ha bazı tabularımız yok muydu? Tabularımız vardı elbette. Meselâ, benim hiç Süryani arkadaşım olmadı ya da ben hatırlamıyorum. Yalnız yılbaşlarında çok iyi hatırladığım bir şey var: Bize sinilerde sofra hazırlarlardı büyüklerimiz yılın belli bir gününde. Yalnız çocuklara ama büyükler katılmazdı. İşte o uqudeler (benni, cevizlisucuk), cevizler, pestiller, mevsim meyveleri, çerezler… Ne sayayım ben size? Çocuklara eğlence o gün. Sonra öğrendik ki, biz Hıristiyan çocuklarına özenip de “Keşke bizim de yılbaşında kutlama günümüz olsaydı, biz de kutlasaydık,” demeyelim diye çaktırmadan bize o günü kutlatıyorlarmış meğer.
Mamoste: Evet
Gülseren Mungan: Yani ne kadar ince bir düşünce bu. Çok ince bir ayar var burada. Hani özenmeyin, gitmeyin, onu yapmayın, şunu etmeyin değil! Özenmeyi engellemek için böyle bir yöntem bulmuşlar. Çok bilgece aslında, anlatabiliyor muyum?
Mamoste: Evet
Gülseren Mungan: Çok iyi hatırlıyorum, bir de sobalarımızın başında çok şey yapardık biz. Çay demlerdik, kestane pişirirdik. Mangalda patates közlerdik. Babam harika mırra yapardı mangalda, gerçek mırra. Bize de içirirdi. Uzun kış gecelerinde bize masallar anlatırdı. Bin bir gece masalları gibi, arkası yarınlı masallar, hikâyeler… Çok da güzel bir anlatımı vardı. Ne muhteşem zamanlardı! Babam oruç tutalım diye -ilkokulda başladık biz oruç tutmaya- bir günü tamamlayanımızı sırtında gezdirirdi. “Aferin! Benim çocuğum bugün orucunu tamamladı,” diye diye… Baskı yoktu. Şiddet yoktu. Bunların olmaması çok güzel bir şeydi. Eğlenerek yapılırdı birçok şey. Meselâ sahurda bizi ezgili bir tekerlemeyle uyandırırdı babamız annemiz. Şimdi söyleyeceğim ama tabi Arapçasını söyleyeceğim.
Mamoste: Arap kökenli misiniz?
Gülseren Mungan: Evet, tabii. “Ye ım keşşefin el cuhur, kumu le suhur” diye bizi güle oynaya sahura kaldırırlardı. Türkçesini nasıl yazarsınız bilmiyorum ama.
Mamoste: Yazarız, yazarız merak etmeyin
Gülseren Mungan: Böyle işte, bizi sevgiyle donattılar. Ayrıca ben İzmir’de yetiştiğim için, tabii oranın da yaşam tarzını içselleştirdim. Benim için büyük bir kazanım iki kültürün karması olmak. Ancak bu durumda, Kızıltepe’de elit bir birey olarak algılanıyor, kendi çevrenize yabancılaşıyorsunuz. Oraya gittiğinizdeyse zaten ötekisiniz. Benim böyle “iki arada bir derede” kalmışlığım çok olmuştur. Bu oldukça zor bir durum. Neyse, biz Kızıltepe’ye dönelim. Evimizin tam karşısında, o zamanlar güzelim ağaçları ve içinde su biriktirilen kule gibi yapısıyla bir park vardı. Ortasından yol geçerdi. Park hâlâ var ama sanki yok etmek için özel bir işlem yapılmış gibi. Babam bizi parka kahvaltı yapmaya götürürdü. Çok mutlu olurduk. Bir de tepeye pikniğe götürürlerdi bizi. Komşular, çoluk çocuk… Yer içer, eğlenirdik.
Mamoste: O zamanlar askeriyenin elinde değil miydi?
Gülseren Mungan: Tam bilemiyorum. Öyle olsa bile belki de izin alınıyordu. Tepede ağaçların altına yerleşir güle oynaya piknik yapardık. Küçücük bir yerde yaşıyorduk ama eğlenmeyi, kendine zaman ayırmayı, dostluklar kurmayı çok önemseyen bir kültürümüz vardı bizim. Meselâ annem bana her zaman çok güzel elbiseler dikerdi. 23 Nisan’ın birinde çok iyi hatırlıyorum, bana krapon kâğıdından bir elbise dikti, beyaz krapondan kat kat fırfırlı bir elbise. Kırmızı renkli krapon kâğıdından da karanfil mi, gül mü bir şeyler yapıp fırfırlarına yerleştirdi. Müthiş bir buluştu bence. Böyle bayramlarda sabah erkenden kalkılır, mangala maşa,“meşê” konulur, ısıtılır; ondan sonra bu maşayla saça ondüleler yapılırdı. Allah’ım ne hazırlanırdık ne hazırlanırdık Ya Rabbim. Yani bu kadar mı güzel karşılanır bayramlar? Elbise demişken aklıma kömür ütüsü geldi. Giysilerimizi ütülemek için mangal kömürüyle ısıtılan ütüleri kullanırdık eskiden. Demirden ağır ütülerdi. Ütü hazırlama işini de çokluk bana yaptırırdı annem. Zor işti doğrusu.
Mamoste: Peki giyim kuşam nasıldı o zamanlar? Önemli bir farklılık görüyor musunuz?
Gülseren Mungan: Mardin Güneydoğu’nun Paris’i kabul edilirdi o zamanlar. Batıda yeni giyilmekte olan giysiler bilemediniz bir ay içinde bizlerin de üstünde olurdu. Erkekler takım elbise, fötr şapka ile dolaşırlardı. Babamdan biliyorum. Erkek ve kadınlarda yöresel giysiler de olurdu tabii. Şehirli kadınlar, manto ve eşarp kullanırlardı. Gittikleri yerde de çıkarırlardı. Tek tük kara çarşaf görürdünüz.
Bana gelince, ilk mini etekleri ben giydim. Pantolonları, kolsuz elbiseleri… Maksi modası geldiğinde maksileri… Allah’tan babam vardı ve o benim kötülüklere karşı kalkanımdı. Çok koruyucuydu. Sayılan bir kişi olduğu için kısa zaman sonra arkadaşlarım da benzer giyim tarzını uygulayabiliyorlardı. “Mecit Çelebi’nin kızı yapıyorsa kötü değildir,” diye düşünülüyordu sanırım. Babam muhteşem bir adamdı…
Mamoste: Dün aslında erkeklerin de şiddete maruz kaldıklarını, onlara karşı empati yapmak gerektiği ifade eden düşünceleriniz babanızın o muhteşemliğinden mi kaynaklanıyor?
Gülseren Mungan: Olabilir. Hatta büyük bir ihtimalle öyledir. İnsancıl, merhametli, okumuş olsun olmasın kendini yetiştirmiş erkeklerimiz yok mu? Babam böyle bir insandı. Üstelik iyi bir öğrenim görmüştü. Bize hayatı zehir etmedi çok şükür. Aksine kolaylaştırdı. Böyle bir insanı tanıyorken erkeklerle nasıl empati kurmak gerektiğini düşünmem ki?
Her yere girip çıkma, konuşma özgürlüğümüz vardı. Kimse bize şunu yap bunu yapma demiyordu. Çünkü neyi yapıp yapmayacağımızı çok iyi biliyorlardı. Onun için ben çok engellenmedim, yani ben, çok şanslı kullardan biriyim. Başka bir ailede olsaydım, ne olurdum onu bilemiyorum.
Öğrenim görme, giyim kuşam konusundaki engeller, bence çok sayıda cevheri söndürüyor. Belki dâhileri, belki muhteşem sporcuları… Ne bileyim? Dünya çapında sanatçıları belki de… Yok olup gidiyorlar. Ben buna inanıyorum gerçekten. Çünkü burası Mezopotamya. İpek yolu üzerinde, Asurların, Babillerin, Hititlerin, Büyük İskender’in (Makedonlar) gelip geçtiği bir coğrafya burası. Perslerin, Acemlerin, Türklerin, Kürtlerin, Arapların muhteşem bir kültür birikimi var bu topraklarda. Burada inanılmaz bir genetik kaynak var. Ama maalesef sen o’sun, şu’sun, bu’sun gibi yapay söylemlerle parçalanıyoruz. Hem bedensel, hem zihinsel ve hem de duygusal olarak. Yalnız Mezopotamya değil, tüm Anadolu çok sayıda uygarlığın kaynakçası. Bunun değerini bilmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Örneğin, babamın söyledikleri aklımda yanlış kalmadıysa, babaannem Yezidi Kürdü’ymüş”. Anneannem Çerkez; babası Kafkasya’dan Mardin’e gelmiş. O iki yaşındayken babası ölmeseymiş belki ben Çerkezce de öğrenecektim.
Mamoste: Yani
Gülseren Mungan: Yani bir dil daha bilecektim. É dedelerimse Arap asıllı. Yani yalnızca “O” ya da “Bu” değilim. Çok karışığım ve bu melezlik harika bir şey…
Mamoste: Kürtçeyi biliyor muydunuz? O dönem…
Gülseren Mungan: Hayır, öğrenemedim ben Kürtçeyi, çok dışarıya gittim geldim belki ondan…
Mamoste: Evet
Gülseren Mungan: Ama babam bilirdi. Kardeşlerim bilir. Keşke ben de zamanında öğrenseydim. Ben bunu bir eksiklik olarak düşünüyorum doğrusu.
Mamoste: Bir şey daha merak ediyorum elektrik ve televizyonla ilk tanışmanız Kızıltepe’de mi oldu yoksa İzmir’de mi?
Gülseren Mungan: İzmir’de oldu ikisiyle de tanışmam. Çünkü İzmir’e ilk gidişim üç yaşındayken olmuş. Kızıltepe’de de ilk elektrik geldiğinde bayram etmiştik hepimiz. Çok sevinmiştik. Daha önce bilmeme karşın yine de mucize gibi bir şeydi. Lambaları bıraktık tabii. Bir dokunuşta ışığa kavuşmak çok güzel bir duygu. O zamanlarda tek tük buzdolabı alanlar olmuştu. Bu arada annem de buzdolabı istiyor haklı olarak. Çünkü evdeki yemekleri özellikle yazın bozulmaktan korumak çok zordu. Bakın bana neler hatırlatınız ya! Yazın, bahçe kapısının önündeki birkaç basamaklı taş merdivenin geniş alanında siniye artan yemekler konur, kubbe şeklindeki (mexmer) hasırla üzeri örtülürdü. Geceleri serin oluyor ya yemekler bozulmazdı. Kedi ve köpekler de zarar veremezdi bu durumda.
Bir de yazın, evlerin damlarındaki tahtlarda uyuyuşlarımızı hiçbir şeye değişmezdim doğrusu. Yatakları sermek toplamak, settareyi ya da cibinliği bağlamak benim işimdi. Gecenin serinliğinde yıldızlarla buluşmak ne güzeldi!
Mamoste: Evet
Gülseren Mungan: Düşünce tarzı olarak yaşayışımız biraz Bektaşi’ceydi diye düşünüyorum. Bu da babamdan kaynaklanıyordu elbette. Ben her şeyi sorgulayan yapıda bir çocuktum. Babam benden çok çekti bu konuda. Bahçedeki evimizde yaşlı bir çiftle çocukları kalırdı. Hale Medo ile Ammo Şeyh. Onlara gelen bir konuğun damın üzerinde içkili namaza durduğunu fark edince, onu, soru yağmuruna tutmuştum hiç unutmuyorum.
“Baba bu adam nasıl namaz kılıyor peki? İçmiş, Kur’anda haram değil mi? Nasıl namaz kılıyor?” Çocuğum ya öğreneceğim. “Olsun” demişti babam. “O, kendinde olduğu, duayı birbirine karıştırmadığı ve kimseye kötülük etmediği sürece namazını kılabilir.”
“Kızım, niyet çok önemlidir,” derdi babam. “Bulunduğunuz yerde düşünceniz ve niyetinizle hacca bile gidebilirsiniz.” Bakın şimdi, biz nasıl yetiştirilmişiz.
Meselâ babam kahveye gider, orada akşama kadar vakit geçirir, eve geldiğinde namaza durur, tüm vakitleri birlikte kılardı. Zaman zaman da olsa böyle yaptığını biliyorum. Bu Tanrı’ya borcunuzdur. Kim karışabilir ki? Şimdi, bu konulardaki düşünce tarzımız bana çok yabancı geliyor. Çok yapay ve çok şekilsel. Yani, -çok özür dilerim belki ailelerinizde vardır- şu kapanmalar, soyutlanmalar, buna benzer şeyler… Bizim annelerimiz de eşarp takar manto giyerdi. Ama İzmir’e geldikten sonra eşarbı da attılar mantoyu da. Birçok düşüncemizi değiştirdik. Çünkü babam derdi ki, “Zaman sana uymazsa, sen zamana uy.”
Yaşamı bilgece karşılamak gerek. Bazı şeyler, özellikle inanç ve duygu dünyamızla ilgili olanlar şekilci davranarak ifade edilebilecek şeyler değildir. Üstelik kimse benim ne kadar ne olduğumu bilemez. Yani benim hakkımda gıyabımda her hangi bir şey üretemez. Siz benim nasıl bir biri olduğumu bilemezsiniz değil mi? Yok, biz gerçekten çok farklı yetişmişiz.
Mamoste: Düşünce olarak eskiye göre geriye mi gitmişiz?
Gülseren Mungan: Çok, hem de çok feci. Çünkü ben, arkadaşlarımın inancını ve kökenini bilmez, merak da etmezdim. Çoğumuz öyleydik. Şoven tavırlar da vardı elbette ama biz çocuklar bunu pek bilmezdik. İnanın, Meral diye bir arkadaşımız vardı ve ben onun Çerkez olduğunu çok uzun zaman sonra öğrendim. Kürt arkadaşlarımı Kürt bilmezdim ben ya, kimse kimseye sormazdı.
Mamoste: Mehmet Ali Birant da yeni Kürt olduğunu öğrenmiş?
Gülseren Mungan: Olabilir tabii. Arkadaşlarımızın Kürt olduğunu konuşmalarından falan anlar, bilirdik. Okula geç başladıkları için olacak Türkçe bilmezler, okulda öğrenirlerdi. Ama bu, bizim onları itip kakmamıza hiç neden olmazdı. Çelik çomak oynardım ben Kürt arkadaşlarımla. Bir de “ Şillê Millê Kamu kûlê, Teka bulê Teyooooo” diyerek bağırırdık. Sövgü müydü acaba söylediğimiz, bilemiyorum.
Mamoste: O bağırma aslında oyunun finalinde koşarak tek nefeste söylenen bir cümle
Gülseren Mungan: Doğru ya, oyunun finalinde söyleniyordu. Ama şimdi ben çok umutsuzluğa düşüyorum.
Mamoste: Dün akşamki söyleşinizde de değindiniz, aklıma çok takıldı. Biz insanlar genelde hep güzel şeyleri uzaklarda ve yabancı diyarlarda arıyoruz.
Gülseren Mungan: Hiç! Değil mi?
Mamoste: Siz; “Ben buralardan gittikten sonra yabancıların buraları anlatımlarından, doğduğum toprakların güzelliğini ve değerini öğrendim ve anladım.” dediniz. Cümleniz tam bu değilse de bunu ifade ediyordu, bu nasıl bir duygu biraz açabilir misiniz?
Gülseren Mungan: Evet, doğru. Belki birçoğumuz bunu böyle yaşıyoruz. Çocukken içinde olduğumuz güzelliğin farkına varmıyoruz. İçine doğduğumuz coğrafyanın ve mekânın hikâyesini bilmediğimiz için oluyor bu diye düşünüyorum. Bu biraz da büyüklerimizden kaynaklanıyor. Bizi gezdirmiyorlar, gezdirseler de bilgi vermeyi düşünmüyorlar; belki kendileri de bilmiyorlar. Kanıksanmış bir yaşam gelip geçiyor. Ben Kızıltepeliyim ama nesi var nesi yok pek bilmem.
Biz meğer Karun hazineleri gibi hazinelerin üstünde oynamışız. Sonra çıkan buluntulardan anlıyoruz bunu. Nerdeyse 8500 yıllık bir tarihin içinde yaşamışız, bir ummanın içinde. Kendi adıma konuşacak olursam; Mezopotamya’nın güzelliğini, niteliklerini bilememişim, bakmışım bakmışım ama görmemişim. Herkesin hayran olduğu evlerde yaşamışım. O evlerdeki kuyulardan sular çekmişim. Merdivenlerinden inip çıkmışım, düzlüklerinde at yarışları izlemişim. Ama neresidir burası, kimler nasıl yaşar buralarda, içindeyken anlayamamışım. Uzaklaşınca, başkalarının düşüncelerini öğrenince fark ettim ne yazık ki… Mardin’in, bir “Açık Hava Müzesi” ve korunması gereken “Dünya Kültür Mirası” olarak değerlendirildiğini öğrendiğimde fark ettim Bizlere pek bir şey öğretilmediğini söylemeye çalışıyorum. Bir arada yaşadığımız kültürler konusunda yabancı kalmışız. Birbirimizle olmuşuz; ama birbirimizi pek de tanımadan… Birbirimizden -bilinçli ya da değil-soyutlandık. Bu durumda yaşadığınız yeri tam anlamıyla algılayamıyorsunuz. Kültürleri tanımanız bu durumda mümkün olmuyor, yoksullaşıyorsunuz. Dışarıya gidip oradan baktığınız zaman, buralarda kimlerin yaşadığını nelerin olduğunu, anlıyorsunuz ve o zaman, “Ya ben ne kadar şanslıymışım, ne güzel bir yerdeymişim” diyorsunuz.
Mamoste: O dönemlerde de Sultan Şeyh Musa’ya gidip kurban kesme durumu var mıydı?
Gülseren Mungan: Evet babam götürürdü bizi. Ama kurban kesilip kesilmediğini hatırlamıyorum.
Mamoste: Her sene mi?
Gülseren Mungan: Her sene mi bilmiyorum. Hatta benim başım çok ağrırdı. Orada ki şeyh amca beni dizine yatırıp dua okumuştu. Ama başımın ağrısı geçmemişti. Bunu da itiraf edeyim.
Mamoste: Alnınıza is’ten çarpı mı atmışlardı ağrınızın geçmesi için?
Gülseren Mungan: Haaa, o isi hatırlıyorum
Mamoste: Hatırlıyorsunuz değil mi? Her ay yenilendiğinde çocuklarda çıkardı.
Gülseren Mungan: Evet, bu tür şeyleri biz yaşadık. Mesire yerlerine giderdik, eğlenceyi severdi bizim aile. Gezmeyi tozmayı… Yalnız biraz önce söylediğim kültür aktarımını yaşamadık, ya da eksik yaşadık diyelim. Eksikliğimiz bu bizim. Bir de kız çocukları biraz farklı yetiştiriliyor. Gerçi bu, toplumumuzun sorunu. Oğlan çocukları birçok şeyi yapabiliyorken, bizlerin sınırları vardı. Meselâ, erkek çocukları dereye gider atlar, yüzmeyi öğrenir; bisiklete binmeyi öğrenir; şunu bunu öğrenir, biz kız çocukları olarak geride kalırdık bu konularda. Sonraları İzmir’de ben çok boğulma tehlikesi geçirdim. Yüzme bilseydim iyi olmaz mıydı? Bisiklete binmeden ölürsem gözüm açık gider doğrusu…
Mamoste: Zergan’da hiç yüzmediniz mi?
Gülseren Mungan: Zergan’ı hiç hatırlamıyorum. Belki gitmişimdir ama bir şey diyemeyeceğim. Hatırlamıyorum.
Mamoste: Bir Ziraatçı olarak sizi yazmaya iten sebep ne oldu? Hani insanın gençken kendini arkadaşlarına kanıtlama, hava basma adına yazmasını anlayabiliyoruz da ama sizi bu yaşta yazmaya iten..
Gülseren Mungan: Ha, işte bunda çok yanıldınız. Çünkü ben Ziraat Yüksek Mühendisi olmadan çok önce, hatta liseye gitmeden önce yazmaya başlamıştım.
Mamoste: O dönemde yazma olayı zaten herkeste var, herkes yazar, herkesin bir prensi bir prensesi mutlaka vardır. O yüzden yazar…
Gülseren Mungan: Haklısınız bir bakıma. Herkes şairdir ya bu memlekette. Ben de o kişilerden biriyim yani. Şiir yazmalar, kompozisyon çalışmaları… Bir de bizim öğretmenlerimiz çok değerli öğretmenlerdi. Bize çok şey öğrettiler, çok şey kattılar. Münazaralar yaptırdılar; güzel bir türüdür edebiyatın münazaralar. Onlara çok iyi hazırlanırdık. Yarışmalar yapılırdı, şiir yazma ve okuma yarışmaları. Bizim kuşak çok iyi eğitildi diye düşünüyorum.
Mamoste: Hayata hazırlıyorlardı yani
Gülseren Mungan: Evet, hayata hazırlıyorlardı. Biz o zamandan kalma ivmeyle buralarda bile olsak -her zaman söylerim- öğretmenlerimiz çok değerliydi. Bizi müziğe, resme, diğer sanat dallarına yönlendirdiler. Edebiyata çok hazırladılar. Ben o zamandan alt yapımı aldım ve o zamanlar yazmaya başladım. Zaten, lisede de İzmir Liseler Arası Kompozisyon Yarışması’nda okuluma üçüncülük getirdim. Rotary Kulübü’nün düzenlediği “Dünya Barışı Size Ne İfade Ediyor” konulu bir yarışmaydı. Ve ben o yarışmada böyle kocaman bir sözlük kazanmıştım. Gazetelere haber olmuştuk. Yazma eylemim yeni yaptığım bir iş değil demeye çalışıyorum size. Ama gittikçe değişen, gelişen bir durum bu elbette.
Mamoste: İzmir’de öğrencilik yıllarınızda Mardinli olmanızdan dolayı öğrenciler tarafından size karşı hiç farklı bir muamele, bir ayrımcılık söz konusu oldu mu?
Gülseren Mungan: Oldu elbette. Daha önce de söz ettim sanırım. Ben Kızıltepe’den İzmir’e liseyi okumak için gittim. Karşıyaka Kız Lisesi, bilinen, ağırlığı olan bir lise. Oraya gidince bayağı bocaladım. Bazı kız arkadaşlarım, yan yana otururken bana bakıp bakıp birbirlerine bir şeyler söyler; kıkır kıkır gülerlerdi. Yani alay ederlerdi kendilerince diyeyim. Hani Mardin’den gelmiş kıronun tekiyim ya! Kadının da kırosu oluyor. İlk yıl, seçmelerde iyi oynadığıma karar verildiği için okulun voleybol takımına seçildim. Daha öğrenmem gereken şeyler vardı tabii. Antrenmanlarda, yine bazı kız arkadaşlarım topu kendi aralarına döndürür, benim topu almaya çalışmama, oradan oraya koşmama gülerlerdi. Yani “Öteki olma” sıkıntısını yaşadım. Tabii ki yaşıyorsunuz. Ancak onlara yanıtım, kin ve nefret beslemek şeklinde değil, kendi değerlerimle ilgilenip geliştirmek ve zaman içinde bu yolla, onlara yaptıklarının yanlışlığını kanıtlamak şeklinde oldu. Bir bakıma utandırmak yani…
Mamoste: Şimdi bu durum söz konusu mu? Diyelim ki sizi çok iyi tanıyan bir arkadaşınız Mardinli olduğunuzu öğrendiğinde tavırlarında bir değişiklik oluyor mu?
Gülseren Mungan: Şu anda, benim çevremde öyle birileri yok. Tanrıya şükürler olsun. Ancak bu durum, bulunduğum ortamı seçme yetimle de ilgili diye düşünüyorum. Yalnız, birkaç yıldır bana değilse de, başka insanlara önyargıyla davranıldığına tanık oluyorum. Bunda ülkemizin koşulları etkili rol oynuyor. Terör olayları hepimizi kuşattı; hepimizi bir şekilde üzüyor. Çok canımızı yakıyor. Keşke bunlar olmadan doğru şeyler yapılabilseymiş. İyi yönetilseymişiz de hiçbir çocuğumuz ölmeseymiş. Bu durum ve ülkedeki ayrıştırıcı söylemler maalesef yaşadığım yerde, bir takım şoven duyguları beslemiş durumda.
Kadifekale’ye şehir turuna gittik bir arkadaşımla İzmir’de. Orada yaşayanlarla görüşmek istedik. Ancak rehber ve bazı katılımcılar, “Tehlikeli oralar, gitmeyelim” diyerek buna izin vermediler. Uymak durumunda kalıyorsunuz elbette. Ancak tartışmak zorunda kaldık ne yazık ki. İşte bu tür şeyleri yaşıyoruz.
Bu tarz davranışlar, bana yapılmıyor bulunduğum çevrede. Aksine saygı görüyorum. Benim kişisel durumumu düşünürseniz, bana öyle bir çıkış mümkün de değildir zaten. Hemen anında karşılığını veririm. Belli bir yere geldiğiniz zaman kimse size bir şey yapamaz. Onun için insanın kendini bilim ve sanatla ya da başka bir değerle donatması çok önemli.
Ben bu kanın durmasını, terör ve diğer tüm şiddet unsurlarının yok olmasını isteyenlerdenim. Çok farklı bir düzeyde olabilir ülkemiz.
Mamoste: Hepimiz istiyoruz bunları…
Gülseren Mungan: Barış ve huzur istiyorum yani…
Mamoste: Feminist misiniz?
Gülseren Mungan: Bir yere kadar evet…
Mamoste: Hani siz, erkeklerin de şiddete maruz kaldığını, bu sonuca empati yaparak vardığınızı söylediniz de o yüzden size bunu sordum.
Gülseren Mungan: Evet, doğru. Belki hümanistim desem çok daha doğru olur. Ama ataerkil toplumlarda feminist olmanız bir gereklilik oluyor. Eğer maskulenizm (bu söylemi ben uydurdum) olmasaydı feminizm doğmazdı diye düşünüyorum. Çünkü kadınlar olarak biz birçok alanda baskılanıyoruz. Bütün dünya kadınlarından söz ediyorum. Tabii ki gelişmekte olan ama bir türlü gelişemeyen bizim gibi ülkelerin kadınları çok daha baskı altında. Bu durumda siz bir kadın olarak kendinizi savunmak zorunda kalıyorsunuz. Kadınları belli bir düzeye yükseltebilmemiz için pozitif ayrımcılık yapmak, onların haklarını korumak ve genişletmek durumundayız. Kadınlar olarak böyle bir çaba gösterdiğinizde feminist adını alıyorsunuz zaten ister istemez. Kadın haklarıyla ilgilenen erkekler de bizimle birlikte“Haklar” düzlemindeki“Feminist” şemsiyesi altına giriyordur sanırım. Neden? Çünkü kadınların erkeklere oranla daha çok hakkı gasp edilmiş, erkeklerimiz de bunun farkında artık.
Meselâ kadınlara örtünmenin iyi bir şey olduğunu söylemenin, kadınların da bunu kabul etmesinin hak ve özgürlük alanı değil; haksızlık ve baskı alanı olduğunu düşünüyorum. Örtünüyorlar, böylece aslında kendilerinden saklanıyorlar. Neden? Erkekler rahatsız olmasın diye. Öyle mi? Tanrı bizi saklamak isteseydi saklardı. Kaplumbağaya kabuk, salyangoza ev vermedi mi istediği zaman korunsun diye? Tespih böceği, kirpi kapanmaz mı bir tehlike anında? Tanrı bize bunları vermeyi mi beceremedi? Ne demek istiyoruz? Bu konuda Tanrı’ya müthiş isyan ve haksızlık edildiğini düşünüyorum: Durum; “Sen yapamadın biz bir çaputla kapatıyoruz,” gibi bir şey…
Bir insanı örtüp kapattığınız zaman, artık o insanın Tanrı’nın kendisine verdiği yeteneklerden herhangi birini kullanma gibi bir hayali olabilir mi? Ona belki de yedi oktav ses bağışlamış Tanrı. Belki de ona yüz metreyi beş saniyede koşma yeteneği vermiş, ne biliyoruz? Onu kapatıp kendisine verilmiş türlü yeteneği yok sayarak, “Haydi bakalım geldiğin gibi mezara git,” demeye kimin hakkı olabilir ki?
İşte o zaman feminist oluyorsunuz. Ben feminizmi, kadın erkekten üstündür, güçlüdür, kadının erkeğe ihtiyacı yoktur gibi bir bağlamda değil, kadının hak ve özgürlükleri bağlamında ele alanlardanım. Çünkü kadın erkek, her zaman birbirini tamamlar, birbirine yardımcı ve destek olduğu zaman daha da insanlaşır.
Erkeklerimize, üzerlerinde sakil duran bir gömlek giydirilmiş diye düşünüyorum. Kadınlar kadar olmasa da toplumun yargılarıyla biçimlenmek durumundalar. Kendilerini gerektiği gibi ifade edemedikleri için, kadınların, toplumdan soyutlandıklarını, erkeklerinse şiddete daha çok başvurduklarını düşünüyorum doğrusu.
Kadın ve erkeklerimizin hali Dr. Erdal Atabek’in “Kışkırtılmış Erkeklik Bastırılmış Kadınlık” adlı kitabında çok güzel anlatılmıştır.
Mamoste: Sizin aile kalabalık bir aile miydi, kardeş sayısı olarak?
Gülseren Mungan: Kardeş sayısı olarak babamın ilk eşinden dört çocuğu vardı, annemden dört çocuğu sekiz kardeşiz.
Mamoste: Anneniz birinci mi ikinci mi?
Gülseren Mungan: İkinci.
Mamoste: Kuma yani?
Gülseren Mungan: Kuma değil. Babamın ilk eşi vefat etmiş. Bizde kumalık yok. Yine de toplumun bazı kesimlerinde var olan bir kurum ne yazık ki. Kitabım Devran’da bu konuyla ilgili bir öykü var.
Mamoste: Kitapta mı?
Gülseren Mungan: Kitapta var, evet.
Mamoste: İşte, yeni aldığımız için henüz okuyamadık. Okumuş olsaydık çok güzel sorular çıkarırdık ama aceleye geldi bu söyleşi.
Gülseren Mungan: Olsun, çok teşekkür ederim size.
Mamoste: Sizi tanımak güzeldi, bize vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederim.
Gülseren Mungan: Bende sizleri tanıdığıma ve bu güzel söyleşi için çok teşekkürler
***
Tarih: 24 Kasım 2012
Yer : Kızıltepe Safir Cafe
Saat: 14:00
Not: Ayrıca Söyleşimizde Seval Begdaş, Vecdi Demir ve Fahrettin Kassap hazır bulunmuşlardır.
//www.mamoste.com/