banner113

Demokrasi Ekseninde Devlet-Birey İlişkileri-1

 
Devlet, varlığı bireylerin varlığına bağlı olan en büyük tüzel kişiliktir. Bireyler, kendi hukuksal konumlarını ve haklarını karşılıklı koruma altına alabilmek adına “devlet”i kurmuşlardır. Basit ifadesiyle devlet, bireylerin toplumsal yaşam sürecindeki ihtiyaçlarından doğmuş, kurumsal bir örgüttür. Bu kurumsal yapı/örgüt, kendi varlığının devam etmesi ve işleyişini düzenleyen bir takım yazılı hukuk metinleri aracılığıyla sağlar. Bu yazılı kurallar, devlet-birey ilişkilerinin hangi düzlemde yürüyeceğinin de altyapısını oluşturmaktadır. Genel olarak demokratik ülke yönetimlerinde seçilmişlerden oluşan parlamentolar tarafından yapılan yasalar bireylerin temel hak ve özgürlükleri açısından yazılı güvencedir. Bu bağlamda yasaların, devlet-birey ilişkilerini düzenlerken temel hak ve özgürlükleri korumak temel önceliği olmalıdır.
İçerisinde bulunduğumuz, “bilgi çağı” olarak da nitelendirilen sanayi sonrası dönemde “birey” kavramı ön plana çıkmaktadır. Bireylerin “bilgi ve bilinç düzeyleri” yükseldikçe “temel insani haklar” bakımından daha fazla hak talep etmektedirler. Bu, bireyin özgürlük alanını genişletmek istemesiyle ilgili ve haklı bir durumdur. Çünkü birey, hem içerisinde bulunduğu toplumun bir parçası hem de sahip olduğu ve ortaya koyduğu irade açısından, toplumdan bağımsız bir varlık konumundadır. Bundan dolayı toplumsal yaşama aykırı olmayan ve diğer bireylerin özgürlük alanını ihlal etmeyen haklar talep etmesi oldukça doğal bir süreçtir. Devlet yönetimlerinin, bireylerin bu masum ve haklı taleplerini karşılamaları “demokratik ilkeler” açısından bir gerekliliktir. Bu noktada toplumsal yaşamda etkili olan demokratik bütün bileşenler -siyasi partiler, medya, sivil toplum örgütleri, üniversiteler, sendikalar- “demokratik bir toplum” ve “daha yaşanılır bir dünya” için birlikte hareket etmelidir. Bu bileşenler, olabildiğince daha çok bireyi, “yönetim sürecine” ve “karar alma” mekanizmalarına etkin katılımını sağlayarak geniş tabanlı bir temsili de sağlamalıdır. Bu, birlikte ve ortak bir amaç için hareket etme bilinci, daha yaşanılır bir dünya için bir zorunluluktur. 
“Devlet” olgusunun kaçınılmaz olarak yaşamımızda yer aldığı göz önünde bulundurulduğunda “devlet karşıtlığı”nın pratikte hiçbir faydası yoktur. Bundan dolayı bireylerin, demokrasi kültürü çerçevesinde devleti kabullenerek, devleti hukuki çerçevede olmak şartıyla, seçimlerde oy kullanmak ya da sivil toplum örgütlerinde yer almak gibi çeşitli araçlarla, çağın koşullarına göre şekillendirme girişimlerinde bulunması mantıklıdır. “Hukuk”un dışına çıkıldığında ise devlet, kendisine yönelen tehditler karşısında hukuki çerçevede meşru savunma hakkını kullanarak yaptırımlara başvurur. Devletin şekillenmesinde önemli rolü olan “siyasi partiler”, “medya”, “sivil toplum kuruluşları” başta olmak üzere bireyler, kendi yaşamları için demokratik haklarını kullanarak yönetişim süreçlerine dahil olmak durumundadırlar. Bu noktada, toplumda mevcut “demokrasi algısı”nın seçimlerde oy vermekten ibaret olmadığının bireylerce kavranması büyük önem arz etmektedir. Bu da “etkin vatandaş”, “katılımcı demokrasi”, “hukukun üstünlüğü” gibi kavramların yaşamımızdaki önemini göstermesi açısından oldukça önemlidir.
Devlet-birey ilişkilerinde birey ve toplumdan daha doğrusu hukuktan yana tavır koyan kişilerin aydın olarak tanımlanması yanlış olmaz. Aydınlar “çeşitli” araçlarla hukuktan, barıştan, demokratik ilkelerden, toplumdan ve bireyden yana olduklarını ifade etmelidirler. Bunu yaparken “toplumcu anlayış”la hareket ederler. Böylece toplumda “doğal lider” olarak görülmeye başlarlar. Bu doğal liderler toplumu korumak için birer “kalkan” işlevi de görürler. Cesaret, erdem ve bilgi bakımından da donanımlı olan aydın/doğal liderler her dönemde ve her toplumda yetişmişlerdir. Bu kişilerin, toplum için yaptıkları fedakârlıklar onları geleceğe kahraman olarak taşır. Örneğin Orta Çağ Almanya’sında kilisenin, devlet ve toplum üzerindeki hegemonyasına karşı gelerek “din”in bir “baskı” ve “sömürü aracı” olmaktan çıkmasına ön ayak olan teolog “Martin Luther”, duruşu ve görüşleriyle toplumun aydınlanmasını sağlayan bir “aydın”dır. Onun kiliseye başkaldırışı ve “Birey ile tanrı arasına kimse giremez.” deyişi başta Orta Çağ Almanya’sında olmak üzere “Reform”un başlangıcını oluşturur. Bu hareket dünyada da özgür düşüncenin ve hümanizmin de başlangıç noktalarından birini teşkil eder. Bu anlamda “insanlık” -bence- Martin Luther’e şükran borçludur.
“Bilimsel/teknolojik gelişim, toplumsal ilerleme ve ülke kalkınması” için cesur adımların atılmasının gerekliliği çeşitli platformlarda “bilim insanları, ekonomistler, aydınlar ve politikacılar” tarafından dile getirilmektedir. Söz konusu bu cesur adımları atan “politikacı, işadamı, sanatçı, aydın, bilim insanı, gazeteci”, hangi dünya görüşünden ya da kim olursa olsun toplumun tüm kesimleri tarafından desteklenmelidir. Eğer atılan adımların amacı, insanların ve toplumun refahı, ülkenin kalkınmışlık düzeyini yükseltmek, toplumun ve bireylerin demokratik haklarını kullanabilmesine yönelik girişimlerde bulunmak ve çağdaşlaşmanın önünü açmaksa,“aydın, ilerici ve cesur insanlar”, koşulsuz desteklenmelidir. Bu “hassas konu” nedeniyle kullanılan dilin de “uzlaşmacı, barışçıl ve yapıcı olması” büyük önem arz etmektedir. 

YORUM EKLE