YOLUMUZ ÜZERİNE

1908 askeri darbesiyle, anayasal monarşinin (2. Meşrutiyet 24 Temmuz 1908’de ilân edildi) mimarları ya da İttihat ve Terakki’yi oluşturarak Osmanlı’yı yönetenler nelere neden olmuşlardı: Gayrinizamî “Teşkilat-ı Mahsusa”nın (İttihat ve Terakki Cemiyeti bünyesinde Enver Paşa’ya bağlı olarak kurulan gizli teşkilattır) gücü ve marifeti ile “Ulus yaratmak” için organize etmeye uğraştıkları devletlerinin resmi ideolojisi, “Türk”, “İslam”, “Turan” oldu. Diğer etnik ve dinsel gruplara (öteki’ye) hayat hakkı tanımayan bir yoldu bu. Dünyanın ve yaşamın mutlak değişmezi “kendi doğruları” ile sınırlı olduğundan aksi düşünenlere ölümü “muste’ahak” görmeleri de bundan dolayı oluyordu.
İttihat ve Terakki’yi oluşturanlar, yok oluşa evrilen Osmanlı’yı bir yerde durdurmak, kurtarmak ve yönetmek üzere son bir çare olarak bunu deniyorlardı. Türkçü-İslamcı çizgiyi resmi ideoloji olarak benimsetmek, devam ettirmek ve güçlendirmek amacıyla-başat olarak!-şiddeti, hegemonyacılığı, despotluğu ve yasakçılığı esas aldılar. Bu zihniyetin uzantılarının meşruiyete varmanın yolunu “çetecilik, çapulculuk ve yasaklar”da aramaları da bundan olsa gerek.
Bu zihniyet yalnız 1908-1918’de değil, 1919-1924, 1925 ve sonrasında süreklilik arz edecek siyasal sistemlerini koruyan ve kollayan kurumlarını-düşünce ve ifade özgürlüğünü ortadan kaldırmak bağlamında!-canlı tuttular. Farklılıklara sahip olanları, farklı düşünenleri düşündüklerinden caydırmak, hizaya sokmak ve kendilerine benzetmek için de yapılacakları “asayişin aslı görevi” olarak belirlediler. Kürtler, dindar Sünni Müslümanlar, Aleviler, gayrimüslimler ve sosyalistler yok edilmeye çalışıldılar. Teşkilat-ı Mahsusa vb. tetikçilerinin bağlı oldukları merkezlerin isimleri değişse de bu görevi yapacaklar hep oldu: Ergenekon, TİT, kontrgerilla vesaire bu tür organizasyonların yenilenen güncelleri oldular. Büyük olasılıkla da bugün yani 2012’de de vardırlar. Bunların yeni versiyonlarının daima onlar gibi düşünmeyeni, onları eleştireni, yazan-çizeni infaz etmek için hep tenakuz durumunda kalmaları da bundan dolayıdır belki. Belki de şimdilik okuyup yazanların içeri atılarak etkisiz hale getirilmeleri yeni bulunan bir çeşit infaz olmadır, ne dersiniz?
Düşünenler ve eleştiri yazanların can güvenlikleri bu coğrafyada hiç olmadı. Bugün de hapis ve parasız kalma koşullarına itmek durumu var. Sansür ve ayıplı oto sansür istibdadın “geleceği!” için hep oldu bu topraklarda. Kalemler ya hiç özgür olmadı ya da özgür kalemlerin sahipleri, hep sistemin hırpaladıkları “şamar çocuk”lar(ı) oldu. Bu işin sırrını istibdadın sonsuza dek yaşatılmak istenmesinde aramalıyız. Gelinen, değişen, yenilenen sahte kazanımlara aldanmadan bakmak şartıyla!
Resmi saik ya da Türkçü-İslamcı anlayışın savunucuları artık “Bu kış komünizm gelecek” demiyorlar. “Şeriat en büyük tehlikedir” de demiyorlar. Fakat “vatan, millet, devlet bölünecek”, “ülke, din, devlet elden gitti/gidecek” sözlerini bu sistemin tüm bileşenleri söylüyor. Komşularımızla sıfır sorundan “Etrafımız düşmanla sarılı”, “İç ve diş düşmanlar yeterli sayıda var” anlamındaki suni gündemlere gelindi. Egemenlerin “suçlu-şüpheli” üretip toplumu “zapturapt” altında tutmuş olmaları düşünce özgürlüğünden korkmalarındandır.
Kürtler, Müslümanlar, devrimci aydınlar, entelektüeller için düşünce özgürlüğünün anlamı oldukça geniştir. Düşünme, düşünceyi açıklama, yayma, bilgilendirme, bilinçlendirme, yok edilmek istenen ulus olarak Kürtlerin kendilerini her konuda ve sınırsız ifade etme olarak algılanmazsa eksik olur. Faşist ve ırkçı ifadeler dışında, tüm düşüncelerin sınırsız özgürlüğü sağlanmadan hoşgörü ve demokratik bir toplumun inşa edilmesi olanaksızdır. Hatta faşistlerin ve ırkçıların da faaliyetlerine tahammül edeceğiz, onları halklar kendi beyinlerden sileceklerdir bir gün.
Tüm yaşananlarda devlet “yakın tehlikeler” arıyor. Oysa Kürt’ün yasaklanan dili (göreceli iyileştirilmelerin çözüm olmadığına inanarak!), entelektüelin yazısı, Müslüman’ın inançlarına yasak, Alevinin inançlarına saygısızlık ihtimali, bizler tarafından yakın bir tehlike olarak görülmezse özgürlüğümüz eksik kalır.
Bu topraklarda her defasında özgür düşünceler “yakın tehlike” olarak lanse edildi, sahipleri cezalandırıldı, mağdur edildi. Devlet; kendisi için tehlikeler ararken, ‘asıl tehlikeli olan devlettir’ demenin çok daha tehlikeli olduğunu da buldu. Çünkü kendisine kutsallık mertebesini verdi. Devlet asla demokratikleşemiyor ve halklaşamıyordu. Ceberut devletin eleştiriye, hoşgörüye, demokrasiye, Kürt’e, Ermeni’ye, Rum’a, Yahudi’ye, dindar Müslüman’a, Alevi’ye, işçiye, sosyaliste ihtiyacı yok. Devletin kendisinden ve onu yöneten bir grup insandan başkasına ihtiyacı yoktu(r). Varlığını tüm bunlara karşı kendini “korumak”ta borçlu saydığı düşünülürse, bunca operasyon, işkenceler ve hak ihlallerini de zorunlu sayması anlaşılabilir. Ve her daim “polis asker devleti” olması da bundan olmalıdır.


YORUM EKLE