banner113

Fitne Ateşinin Söndürülmesinde ve Kardeş Kavgasının Bitirilmesinde Ulemanın Rolü ve Sorumluluğu


Farkında olmasa da aslında insan kendini arayan bir varlıktır. Son zamanların modern çağında insan, varoluşunu “nasıl, ne kadar, ne zaman” sorularıyla nitelendirirken, “nerden, nereye, neden /niçin” sorularının cevaplarını aramaktan uzaklaşmış ve/veya göz ardı etmiştir. Her bireyin-ulusun kendi kültür dünyasına göre anlamlandırdığı evrenin, ‘kendi’ ekseninden ibaret olduğu kanısı yerleşmiş, tarihsel yaşantısında ötekinin de olabileceği hatta olması gerektiği düşüncesi yadsınmaya başlanmıştır. Hükmetme, egemen olma hırsı; sorgulamayan, içi boşaltılmış, samimiyetten ve maneviyattan uzak, başıboş bir nesil oluşturmayı hedeflenmiştir. İşte bu kerteden sonra insan ailesi olmaları hasebiyle kardeş sayılan insanlar arasında ‘paylaşım ve eşitlik’ eksenli kardeş kavgaları çıkmış ve fitne ateşi alevlenmeye başlamıştır.
Tarihsel varoluşunda "Neden, Nasıl” sorusuyla gelişiminde bir etken aramış olan insanoğlu, bazen peygamberlerin yol göstericiliğinde; varlık nedenine ve evrenin oluşumuna cevaplar alırken, düşünürlerin kuşkucu ve sorgulayıcı tavırlarından ötürü cevaplanması gereken yeni yeni sorularla karşı karşıya kalmıştır.  "Niçin ve niye ” sorularıyla bütünleşmiş olan insanoğluna İslam, sorgulanması gereken “Nerden geliyorsun, nereye gidiyorsun, kimsin, kiminsin” sorularının cevaplarını verdiği gibi tüm yaptıklarının, her söylem ve eyleminin “Kimin için ve Neden” olması gerektiği sorularının cevaplarını da vermiş ve bu cevaplar doğrultusunda bir hayat tarzını yaşamayı da erdemden saymıştır. 
İnsan, evrende kapladığı yerden ziyade bu evrende yapması gereken ve yaptığı ‘şey’ oranında değerlidir. Fakat çok az kişi varoluşunu bu açıdan sorguluyor, sorgulayanların çoğu da yanlış sorguluyor ki günümüz bu kadar ‘gelişmişliğine’ rağmen söylemekten ve yazmaktan hayâ ettiğimiz acı ve can yakıcı vahşetler yaşamaktadır. İnsan, kâinatta inşa ve imar ile memur kılınmışken, bu asli görevleri yerine tarihin bazı evrelerinde olduğu gibi günümüzde de neden oldukları yıkımlarla anılmaktadır. İşin vahim yanı ise; bu yıkımlar, neden ve neticelerinin sorgulanması gerekirken, yıkımlar ve failleri, “bu bizdendir, bu bizden değildir-öteki” üzerinden sorgulanmakta ve hakikate ulaştırmaktan uzak olan bu yöntem üzerinden hüküm verilmekte...  Oysa yanlış yapan kişinin kimden olması tepkimizde bir farklılık oluşturmaması gerektiği gibi kendisine yanlış yapılanın kim olduğu da tavrımızda bir fark yaratmamalıdır. Öz ve ego arasında yolculuk!
Egemen olma ve hükmetme hırsı, sorgulamayan, içi boşaltılmış, samimiyetten ve maneviyattan uzak, başıboş bir nesil oluşturmayı hedeflerken; peygamberlerin yol göstericiliğinde; varlık nedenine ve evrenin niçin yaratıldığına cevap(lar) arayan, sorgulayan, hükmetme ve egemenliğin yalnız Allah’a ait olduğunu kavrayarak, zulmün, fitnenin ve dolayısıyla kardeş kavgalarının yegâne kaynağı olan başka egemenliklerin son bulmasına vesile olacak nesil oluşturulmak istenmiştir!
Peygamberimizin (s.a.s) peygamberliği hitam etmesi ile tarih sahnesinde yakılacak bir fitne ateşinin söndürülmesinde ve oluşacak bir kardeş kavgasının bitirilmesi hususunda ulemanın rolü ve sorumluluğu başlamıştır.
İslam, “desinler diye” değil,  maneviyatıyla ruh ve bedenin uyum içinde, varlık ve değerler sisteminde bütünlük olmasını hedeflemiş, huzurlu ve onurlu bir yaşamın ancak bu bütünlüğün oluşmasıyla mümkün olabileceğini insanoğluna hatırlatmıştır. Fakat bu erdemli tavrı oluşturan İslami prensiplerden uzaklaşılınca ve güç nefsin eline verilince, sahip olma, hükmetme gibi şehevi arzular, İslam hükümlerini kendine-çıkarlarına uydurma çaba ve anlayışı oluştu. Bu çarpık anlayış, beraberinde; özünden uzaklaşan insanı, çarpık ve bozuk bir din anlayışını da beraberinde doğurmuştur. 
Bu da İslam âlemi dışında kalanların, samimiyetten uzak Müslümanların yaşantısı, inanış ve yaşayıştaki tezatlıkları üzerinden İslam’ı aşağılamalarına, küçümsemelerine ve İslam’ı İslam’ın ruhuna ters düşen kelimelerle yan yana getirmelerine olanak sağlamıştır. Oysa İslam; dil, din, ırk, inanç, milliyet ve statü ayırmaksızın sadece müslümanların değil tüm insanlığın hakkına ve itibarına eşit derecede sahip çıkarken; bireysel hukukun korunmasıyla toplumun hür ve huzurlu bir hayat yaşamasını öngörür.

Halklar/"Kardeşler" arası adalet(sizlik) ve eşit(sizlik).
Müslüman kimliğini tanımlarken kardeşlik ve hukukuna da vurgu yapan İslam, din kardeşliği, zalime karşı mazlumu savunmayı, taraflar arasında adaleti gözetmeyi, birini memnun etmek için diğerini mağdur etmemeyi, barışın tesisi ve süreğenliği için temel koşul saymıştır. Bir tarafın hakkını vermek için başkasını mağdur eden adil değildir.
Sosyal bir varlık olan insanın bulunduğu toplumda güven içinde yaşayabilmesi adaletin sağlanmasıyla mümkün olur. Kuran’ın temel ilkelerinden biriside adalettir. “Allah adaletli olanları sever 49 /9.”  Eşitlik hakka, hak adalete bağlıdır. Adalet kavramında akıl vahye/dine tabi olmalıdır. Adil insan olmak doğru düşünceyle başlar. Fakat adaleti bilmek, adaleti gerçekleştirmek anlamına gelmez. Bilinen, pratiğe geçmediği sürece bir ‘anlam’ ifade etmez. Dinin ilkeleri evrenseldir. Madde ile ruhu, akıl ile kalbi, din ile ahlakı birbirinden ayırma gayretinde olup maneviyatı kısırlaştırmayı hedef edinen kültür, tahammül ve uzlaşısından yoksun, çatışmaya müsait bir nesle gebedir.
          Tarihe baktığımızda güya kendi devletlerini veya iktidarlarını korumak adına kendi kültürlerini ve ‘ırksal menfaatlerini’ İslam dinine karıştıran, sonrasında da bunu ‘dine’ dönüştürenlerin olduğunu görmekteyiz. Oysa bunlar, İslam coğrafyasında öyle büyük bir ateşin yakılmasına olanak sağladılar ki birkaç dönem sonra o ateş, üstün göstermeye ve sözüm ona korumaya çalıştıkları ırklarını da (ırklarından türeyen nesli de) yakmaya başladı.
Fakat o dönemin vicdan ve izan sahibi İslam âlimleri, İslam coğrafyasını yakmaya, çöle çevirmeye, Müslümanları birbirine kırdırarak yok edilmekle karşı karşıya bırakan bu fasit fikirle mücadele ettiler. Gecelerini gündüzlerine kattılar, batıl adet-kültür ve ırkçılıkla kirlenmiş İslam’ın o nezih fikirlerini aslına (Kur'an ve Sünnet) uygun şekilde temyiz eden eserler yazarak; bazı yerlerde kısmen kalsa da bu ateşi kontrol altına almayı başardılar. Ama maalesef bu ateşin birilerince bugünlerde yeniden yakılmak ve harlanmak istendiğini görmekteyiz. Günümüz İslam âlimlerinin de selefleri gibi bir tavır ve duruş sergilemeleri gerekmektedir. Böylesi bir gayret hayati bir önem arz etmektedir.
           Öz kardeşinin kuyusunu kazan ve haklarında “…yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların gönüllerini kaynaştıramazdın 8/63” denilen toplumu; ilahi prensiplerle oluşturduğu bir hukuk ile aralarında kan bağı olmayanları bile kardeş etmeyi başaran bir dinin mensubu olduğunu iddia eden günümüz Müslümanları olan bizler,  yeniden alevlenen kardeş kavgası ve dahi kardeşin kardeşkanını dökmekten geri durmuyor olması konusunda rolümüzün ve sorumluluğumuzun farkında mıyız ve en önemlisi de bu rol ve sorumluluğumuzun gereklerini yerine getiriyor muyuz?
Bu bağlamda bireysel olarak ben, muhtemelen ileride bayağı canımı yakacak çok radikal bir karar aldım; sevgiyi nefrete, affetmeyi intikam almaya tercih eden bir yaşam tarzını seçtim. Sizler nefret ekmekten bıkmıyor ve yorulmuyorsunuz, ben ve benim düşünenler de sevgi ekmekten bıkmayacak ve yorulmayacağız.
{ OHAK-DER YK Başkanı M. Burhan Hedbi }

YORUM EKLE