Bir Umudun Adıydı “Pelul”

     Hüznün fikriyatları ile bütünleşen çocukluğumun deryasına kulaç attığımda; aklıma ilk gelen şeyin hislerimle yazmaya çalıştığımdır. Kısa metrajlı öyküme duygu katmanın cazibesine yandığımın söylemine karşılık gelecek itirazlara da söyleyeceğim tek şey şudur: “Her şey yaşadıklarıma olan özlemlerimdir.”

 

    Evet pelul!

    Gün ışığından daha çevik, şafak aydınlığından daha aydınlık insanların umut - emek ve rızık üzerine kurdukları kadim yaşamın adıydı pelul…

    Hangi hisler girdabında serpiştirildiği henüz belli olmayan isteklerin kıvılcımlarını yüreklerinde taşıyan genç kızların/delikanlıların; özenle/azimle ve narin elleriyle topladıkları çabalarının ürünüydü pelul…

 

    ***

    Hayata dair yedi kuşağın can alıcı renklerine bezenmiş dağlık bir coğrafyanın ortasındaki patika yolunu izliyor; serin ve henüz yeni yağan yağmurun toprakla buluştuğu bir sonbahar mevsiminin sonlarına doğru yeni yeşermiş çim filizlerinin yeşile bürünen güzelliklerine de dalarak sıramı bekliyordum ve olgun insanların mahareti olan sabrın ve zamanın dayanılmaz kurgularını önemsemeyerek bir an önce bize düşen görevi devir alıp; yola koyulma  arzusunu özlüyorduk.

 

    Huylanmadan bize doğru yaklaştı,

   Yükü, çalı ve çırpıdan yapılan sepetlerin içine doldurulan inci tanesi gibi parlak, birbirine sıkı sıkı bağlanmış üzüm salkımları idi.

     Boynundaki verisi tutarak, mahsere kapısına doğru merkebi yürüttü. Üzerindeki sepetleri indirdi. Yerde boş duran diğer sepetleri de merkebin üstüne yerleştirerek; beni de bir çırpıda omuzlayıp bu iki sepetin ortasına oturttu. Deh deyip! Yol alması için direktif verdi. Merkep, şaşırmış mahlûklara benzemeden; yolu da, nerde duracağını iyi biliyordu.

    

    Artık tüm işin hemhalı;  yaşı yetmişe dayanan ve kırk gün boyunca mahserde kalacak, yatacak ve mahsere’yi bir yaşam alanı haline dönüştürecek yaşlı ve bilge bir kadındaydı.

 

    ***

    Sepet sepet getirilen üzümler; kurumuş meşe çalılıkların yaprakları ile üstü kapatılmış mahsere’nin bir köşesine bırakırlardı. Bazen ailenin,  bazen de köyün en yiğit delikanlıları gün boyunca; bu üzümleri ayakları ile sıkar, üzüm şiresine yüreklerindeki deli doluluğu, yorgunluğunun tatlı nefeslerini ve beraberliğin gücünü katarak havuzlara akıttırırdılar.

    Şimdiki gibi hatırlıyorum. Dokunsam; aşına olduğum nasırlı ellerin kokusunu alırım, konuşsam; mahsereye komşu olan ailelere “Bereketli olsun” dediği sözlerini duyar gibi olurum.

 

    Daha önce topladığı meşe odunlarından iri olanları ocağa attı, ateşin gür olması gerekiyordu, nasıl ki ateş i insanı saflığa büründürüyorsa ve nasıl ki nefis, ateş ile terbiye ediliyorsa ve nasıl ki insan, ateş ile berrak oluyorsa; üzüm şiresi de gür ateşin yardımı ile temizleniyor ve berraklaşıyordu.

    Bir zamanı vardı, birde tadılacak bir kıvamı vardı şirenin; zamanını da, kıvamını da o biliyordu. Saniyelik bir zaman yanlışlığı veya tadındaki en ufak bir değişiklik; şirenizin (pekmezinizin) berbat ve herîmî olacağının kanıtıydı. Artık pekmeziniz tad vermez, pelulunuz’de istenilen kıvama gelmediği anlaşılmış olacaktı.

     ***

     Sabahları pelul kazanlarının dibinde kaynayan çorbayı içerdik,  öğleye doğru pekmeze ekmeğimizi banandırır, bazen de lezzet doruklarına ulaştığı küçük salkımları “gorenekleri” arar dururduk. Akşamları da sulu bir bulgur pilavı ile günü bitirirdik.

 

     Gün boyunca ateşin üstünde kaynayan pelul’dan tadar ve yeşil palamut ağaçların dallarından yaptığımız kedi, tavşan ve oğlak maketlerini her seferinde pelula batırır, günler sonra kat kat kalınlaşan bu maketlerimizi de güneş ışığında kuruturduk. Tüm bunların ustası’da oydu. Oyunumuzun da, oyuncaklarımızın da kahramanları bunlardı…

 

***

      Kızarak! “Tüm pelulu sizin bu oyuncaklarınıza mı ayıracağız?” diye bağırır; daha yapacağımız bir sürü kesme, pestil ve bennilerimiz var diye kaşlarını çatar, yüzünü buruştururdu.

“Haydi, gidin bağdan üzüm toplayın, bak merkep boş boş duruyor” diye hayıflanarak bizleri başından salıyordu. Henüz delikanlılık ruhu edinmemiş çocuklar olarak bize düşen şey;  azmin inadına yeminler edilircesine tüm yorgunluklarımızı, acziyetlerimizi üzüm bağının olmayan gölgeliklerine gömmekti ve merkep üzerindeki iki kişilik yeri kapmak için koşar adımlarımıza sevinçlerimiz de katarak birilerimizle yarışmaktı.

    Karanlık olmadan koparılan üzümleri mahsere getirmek lazımdı, gece boyunca şireyi kaynatacak birileri gaz lambasının nadide ışığında çalışıyor ve kış günlerinin soğuk günlerine hazırlık yapacaktı.

    Durmak olmazdı, hep birlikte çalışıyorduk ve çocuklarda çalışıyordu.

    Çünkü beraber çalışmada yaşamın bereketi vardı ve samimi insanların inançları ile taçlanırdı.

 

    Bu yüzden pelul, adeta melul coğrafyamızın mühürlü belgesi gibi geçmiş zamandan bize deliller sunmak üzere; hala taze, hala canlı ve hala aynı güzelliğini koruyup bugünlere taşıyan kadim emeğimizdir.

 

  Vesselam herkese…

YORUM EKLE