banner113

HİLMİ YAVUZ: “ŞEN OLASIN MARDİN”

Cumartesi akşamı, İstanbul Atatürk Havaalanı. Herkes uçağa binmiş, anonslarda adım okunuyor. 110 no’lu kapıda dikilmiş onu bekliyorum. Bilet kontrolörü “uçakta herkes sizi bekliyor” diyor. “Hayır” cevabını veriyorum. “Yalnızca ben değil, iki kişi daha var. Hilmi Yavuz ve asistanı.” Görevli gülümsüyor, “peki öyle olsun”. Önündeki biletlere bakıyor, o esnada, Sakine Korkmaz, elinde bir tomar kitap ekiyle görünüyor. Görevlinin “Diyarbakır yolcusu var mı?” sorusuna Hilmi Yavuz tok bir sesle “Var” diyor.
Şimdi filmi geri saralım:
Yedi uyurları oynadığımız 3. milenyumun o soğuk kışında, Muğla’nın epeyce rutubetli bir evinin salonunda, üstümdeki battaniyeye sarınmış Can Yayınları etiketli bir kitap okuyorum. Gülün Ustası Yoktur. Zaman’da her pazar yazılarını iple çektiğim Hilmi Yavuz’un doğum tarihine bakıyorum: 1936. Basit bir hesap kitapla, “64 yaşında, daha kaç yıl yaşayacak”  endişesiyle sayfaları çeviriyorum. Bu yıllarda harıl harıl ve nerdeyse nefs-i emmare hırsıyla kitap okuyorum. Ama Hilmi Yavuz’un yazdıkları başka. Zihnimi açıyor, gülümsetiyor, ‘gülen düşünce’nin, zengin tahlillerin dünyasında Yahya Kemal’in deyişiyle, ‘asude bir rind’ gibi o metinden bu metne dolaşıyorum. Artık kainatı, doğanın imgelerini, ‘mestane’ bir biçimde ‘temaşa’ ediyorum. ‘Zevk hezimeti’nin değil, ‘sahih’liğin peşine düşmüşüm.
Sonra Mehmet Gündem’le bir röportajını okuyorum. ‘Hakikat ve doğru’ kavramları arasındaki farkı o denli berrak bir biçimde açıklıyor ki, bu “bakışta kocaman bir mana saklı” diyorum.. Sümbül Sinan hadisesini ve o ‘kesif’ sümbül kokusunu anımsıyorum.  Geçmiş Yaz Defterleri’ni sımsıkı tutmuş, onun, hayatının her anını bir vakanüvis gibi kaydeden, bir ‘doluluk’ duygusu içerisinde an’ları temellük ediş heyecanını anlamaya çalışıyorum. Soruyorum. “Şu anda, evet tastamam şu anda, neler yapıyor acaba? Ne okuyor? Borges mi, Yahya Kemal mi, Tanpınar mı? Dudakları arasında, hiç yakmadığı o sigarayla mı oynuyor;- yoksa bir zamanlar Gösteri’deki bir söyleşisinde ‘benim için aslolan şiirdir’ söylemine uyarak yeni şiirler üstünde mi çalışıyor?”  Annem ve Akşam şiirini okuyorum:
bir kapı açıldı, ansızın, baktık:
akşam!.. kimse benzemez oldu kendine
 
Son mısra, bana Ahmet Haşim’i hatırlatıyor. Haşim’in akşamı ne kadar sevdiğini, bu an’nın ‘limitsiz hayaller dünyası’na açılan sihirli bir kapı olduğunu düşünmeden edemiyorum. Elbette ben de bir Haşim-perestim artık.
 Üniversitede Namık (Açıkgöz) Hoca’yla Hilmi Yavuz hakkında konuşuyoruz. Hoca’ya “Bu adam son derece elitist” diyorum. Namık Hoca “ edebiyat zaten elit bir alandır” cevabını veriyor. Hilmi Yavuz yıllar sonra bunu ifşa ediyor. Köşesinde açık-yüreklilikle yazıyor: “Kendi payıma, bir defa daha açıkça söyleyeyim: Ben, elitistim ve şiirlerimi 'herkes'in değil, 'nitelikli okur'un okumasını isterim;” Burada Borgesvari şeyler görüyorum. Okuma Biçimleri’inde (Timaş Yayınları) aktarıyorum: “20. Yüzyılın en büyük yazarlarından biri olan Jorge Luis Borges, George Steiner’in Extraterritorial’da aktardığına göre, 1932’de yayımlanan bir kitabının ‘topu topu 37 tane satabilmiş olmasından şikâyet etmek şöyle dursun, tam tersine sevinmiş gibidir.Bu kitapları satan alan insanlar gerçekti;’ demiş Borges, ‘Her birinin bir yüzü, bir ailesi vardır, oturduğu sokağı vardır’. Peki; ama 37 tane değil de, mesela, 2 bin satsaydı ne olurdu? ‘Sanki hiç satılmamış gibi olurdu, ‘ diyor Borges. ’2 bin çok büyük bir rakam, hayal gücünün kavrayabileceğinden çok daha büyük. Mesela 17 tane satılabilirdi, hatta belki, en iyisi 7 tane…”(s.139)
Hilmi Yavuz, Octavio Paz gibi şiirini okuyanın bir şaire dönüşmesini tahayyül ediyor. Elitizmin âlâ’sı.   Dudak bükenlere Nabi’nin o olağanüstü beytini okuyor:
Eğerçi köhne metâ'ız revâcımız yokdur.
Revâca da o kadar ihtiyâcımız yokdur
 
Lafı, Hilmi Yavuz’un Mardin’de bizimle ve sevgili öğrencilerimizle geçirdiği o büyüleyici 3 güne getireceğim.
Ama bir sonraki yazıda.

YORUM EKLE