Mahalle Kültürü ve Eğitim

Çocukluğum Kastamonu ili merkez Hamidiye mahallesinde geçti. Ahmet Dede tepesinin hemen yamacında eski Kastamonu ev mimarisinin güzel örneklerinin de bulunduğu bu şirin semt, kişiliğimin oluşumunda etkili oldu. Mahalle sakinlerinin bir kısmı Bulgaristan göçmeni, bir kısmı köyden kente göç eden dar gelirli aileler, bir kısmı da Kastamonu’nun yerlileriydi. Genellikle yerlilerin bir kısmına “Dönme” adı verilirdi. Hristiyanlıktan Müslümanlığa dönen, din değiştiren kişiler için kullanılırdı. 1920’li yıllarda yapılmış mahalle camii, 1975 yılında yapılan Devrim İlkokulu ile mahalle ilk defa devletin hizmetlerinden yararlanmıştı. Evlerde ilk zamanlar elektrik ve su yoktu. Mahallenin belirli noktalarına konan sokak lambaları vardı ve lambası patladığında uzun süre değiştirilmezdi. Herkes caminin önündeki çeşmeden su doldurur, pilavlık pirincini yıkar, durulamak istediği çamaşırı, çeşmenin taş zeminine sererdi. İnsanlar dar gelirli, kalabalık ve bir o kadar da mutluydu.

1970’li yılların ilk yarısı Türkiye’de değişimin başladığı yıllardı. Herkesin evinde radyo vardı ve herkes genellikle o fakirliğe rağmen günlük gazete okurdu. Akşam 19.00’da nefesler tutulup büyük bir merakla “Ajanslar” (Haber Bülteni) dinlenirdi. “Nihat Erim Hükümeti istifa etti. Sadi Irmak, yeni hükümet kurma çalışmalarına hız verdi.” gibi. Hem ulusal siyasete ilgi duyulur hem de yerel şartlar hep göz önünde bulundurulurdu…

Mahallede, değişim ve dönüşüm çok hızlı yaşanırdı. Hatta bu değişimin ilk örneklerinden birisi Perihan Teyze’nin ispirtolu ocak almasıydı. Mahalle kadınlarını başına toplayıp ocağın nasıl yakılacağını göstermişti. Perihan Teyze, Bulgaristan göçmeniydi. Bana göre mahallenin en bilgili kadınıydı. Bir defasında da balık kızartmayı mahalledeki genç kızlara öğreterek, onların bilgi ve görgüsünü artırmıştı.

Mahallede ilginç bir okuma kültürü vardı. Genç kızlar ve erkekler “Hayat Mecmuası”, “Saklambaç”, “Cep Foto Romanı” okurlardı. Çocuklukla gençlik arasında kalanlar “Teksas”, “Tommiks”, “Zagor” okumayı tercih ederdi. Mahallede bu kitapları okumayan tek kişi bendim. Rahmetli babaannemin anlattığı Türk masallarından sonra Amerikalının kahramanlığına bir türlü tahammül edemezdim.

Bulgar göçmenleri genellikle esnaf ya da usta, diğerleri ise işçi ya da kamuda değişik statüde çalışan kişilerdi. Akşama doğru Deveciler mahallesinden Hamidiye mahallesine doğru insanlar tek tek gelmeye başlardı. Ellerinde fileleri olurdu. Fileler şeffaf olduğu için alınan her türlü yiyecek gazete kâğıdına sarılır ya da kese kâğıdı içerisinde kamufle edilirdi. Fakir insanların gözüne baka baka kimse bir şey yiyip içmezdi.

Yerde kâğıt parçasını gören yaşlılar, kâğıdı yerden alırlar, üç defa kâğıdı öpüp duvarların arasına yerleştirirlerdi. Bu konuyu çok merak etmiştim. Ancak doyurucu bir cevabı kimseden alamadım. Yıllar sonra okuduğum bir dergide, bu davranışın sebebinin, kutsal kitabın ayetlerinin kâğıda yazılmış olmasından dolayı, kâğıda gösterilen sembolik bir saygı olduğunu öğrendim.

Mahallede dört mevsim herkes dışarıda olurdu. Yaz aylarında genç kızlar ve erkekler birlikte “Saklambaç”, “Yakar Top”, “Dokuz Taş”, “Beş Taş” oyunu oynar, mahallede futbol turnuvaları yapılırdı. Kızlar, Türkçeden önce “Kuşdili” konuşmayı öğrenirdi. Arka bahçedeki futbol maçlarını izlemek için başka mahallelerden seyirciler gelir, tezahürat yaparlardı. Kış aylarında Hendek’ten kızağa binilir, kızağın hızının artması için altına zemberek çakılır, “Şak” yapılırdı. Soğuktan moraran ellerimizle 2-3 km’lik yolu sırtımızda kızakla gider gelirdik.

Baharla beraber bademler, erikler yeşermeye başlardı. Herkes izin almadan birbirinin bahçesinden meyvesini alabilirdi. Kapılar kilitlenmez, kimse başkasından bir şeyi saklamaz, kaçırmazdı.

Çocuklar da dahil küfür etmek yasaktı. Küfür ederek konuşan yetişkinler uyarılırdı. Çocuklar küfür ettiklerinde komşu, anne-babadan izin almadan çocuğu cezalandırırdı. Hatta şehrin muhtelif yerlerinde mahalle sakinlerinin çocukları görüldüğünde, anında müdahale edilir, hatalı davranış yapmasına müsaade edilmezdi. Çocuklar sabahtan akşama, akşamdan gece yarılarına kadar sokakta olmalarına rağmen, taciz mağduru olduğunu hiç görmedim ve duymadım. Mahalledeki bir gencin mahalledeki bir kıza yan gözle baktığını, tacizde bulunduğunu ne gördüm, ne de duydum. Mahallede birlikte yaşam kültürünün yarattığı olgunluk ve kurallara uyma, sosyal kabulle ortaya çıktığı ve sosyal öğrenme ile pekiştiği için sıkıntı olmuyordu.

Mahallenin bu tür değerlerine uyum sağlayamayan komşularımız da vardı. Bu tür kişiler sosyal baskı karşısında başka mahalleye taşınıyordu. Başka bir anlatımla “Tutunamayanlar” olarak tanımlanıyordu. Sosyal denetim mekanizmaları, mahallenin namusu, onuru, mahallenin değerleri yazılı yasalardan daha etkili ve yaptırımı daha güçlüydü. Yalan söyleyen, hırsızlık yapan, saldırgan ve gayri ahlaki işlerle uğraşan kişilerin mahallede kabul görmesi, onaylanması imkansızdı.

Mahallede herkes birbirinden kendisini sorumlu hissederdi. Örneğin, mahalleden bir kıza görücü geldiğinde, damat adayı araştırılır, soruşturulur, anne-babaya bilgi verilirdi. Derse çalışmayan, okuldan kaçan, tembellik eden çocuklar için, mahallenin kanaat önderleri devreye girer, telkin yoluyla ikna etmeye çalışırlardı.

Her yıl okullar kapandığında ders kitapları tek tek kaplanır, bir yıl sonra bir alt sınıftan üst sınıfa geçecek çocuklara verilirdi. Böylece yeniden kitap almadan sosyal dayanışma yolu ile kitap paylaşımı olurdu. Hatta, bitmemiş defterler de verilirdi. Defterlerin yazılan kısımları tutkalla yapıştırılır, boşta kalan sayfaları kullanılırdı. İsraf haramdı ve kimse israf edecek kadar sorumsuz değildi.

Yaz tatilleri başladığında her sabah saat 09.00 ile 11.00 arasında çocuklar mahalle camisinde açılan Kur’an kursuna giderdi. Çocuklar, dini vecibeleri nasıl yerine getireceğini öğrenirdi. İlk Kur’an okumaya başlayana, gıpta ile bakılırdı.

Mahallede fakirlik sınırının altında yaşayan kişiler de vardı. Hiç açlıktan öleni duymadığım gibi, ilaç alamadığı için mağdur olana da şahit olmadım. İhtiyaçlarını nasıl karşıladıklarını bilmiyorum ama mahalle sakinlerinin destek olduğunu düşünüyorum. Çünkü evden eve “Sefer Tası” ile yemek gönderilir, bez torbalara ekmek koyulurdu. Kese kâğıtları katlanır yeniden kullanılır, çantalar yıkanır, atılmazdı.

Mahallede çok güçlü sinema ve aranjman kültürü vardı. Bulgar göçmeni olan ailelerin bazı akrabaları İstanbul’da yaşardı. Popüler sanatçı Erol Büyükburç’un akrabaları komşumuzdu. Zaman zaman Erol Büyükburç’un gönderdiği afişlerini kapılarına asarlar, Erol Büyükburç’tan gurur duyarlardı. Bazı komşularımızın akrabaları, değişik filmlerde figüranlık yaparlardı. Yaz aylarında akrabalarını ziyarete geldiklerinde koşarak onların yanına gider artist gelmiş diye meraklı gözlerle onlara bakardık.

Haftada bir Pasaj ya da Melek sinemasına gidilirdi. Yeni filmlerin geldiğini rahmetli Dayı Reşat’tan öğrenirdik. Sırtında uzun bir kazığa iliştirdiği film afişleri, elinde megafon ile bağıra bağıra sokak aralarında gezerdi. Sinemanın önünde sakız ve çekirdek satan çocuklar, ayrı bir renk katardı. Her sinemadan sonra içilen “Sıhhat Gazozu”, gaz sorunu olan komşularımızın ısrarla tercih ettikleri bir içecek türüydü.

Genç erkekler uzun saç, İspanyol paça pantolon ve büyük yakalı gömlek; kızlar ise süveter, mini etek, pantolon, topuklu ayakkabı giyerdi. Herkesin bir anı defteri, artist kartları ve şiirlerini yazdığı, özenle sakladığı, sayfalarının arasında gül yaprağı koyduğu, küçük kilidi olan defteri vardı.

Hemen hemen her gün mahalleden sarı saman kâğıda yazılmış, bir elinde megafonu ile “Gazelciler” geçerdi. Bir katliamı, bir şiddeti konu edinen gazelciler, yanık sesleriyle mahalle sakinlerini ağlatırdı. 25 kuruşluk gazel kâğıtları alınır, çocuklara yüksek sesle okutulurdu. Ali Ercan’ın “Çocukların anne diye ağlarlar…” dizeleri olan “Zeynebim” türküsü, her gün defalarca dinlenir ve Almanya’nın ne kadar tehlikeli bir yer olduğu, ailelerin parçalanmasına neden olduğu teması işlenirdi.

Akşamları kapı önlerine kürsüler koyup oturan, otururken kakao, makao, çay içen insanlar vardı. Bardağın yarısına kadar şeker koymak adettendi. Mahallede orta yaşlılarda görülen en kötü davranış sigara içmekti. Ancak sigara içen genç görülürse eleştirilir ve içmemesi için uyarılırdı.

Herkesin ya bir ya da iki pantolonu, bir gömleği olurdu. Biri yıkandığı zaman onlar kuruyup ütülenene kadar kimse dışarı çıkamazdı. Dışarı çıkarken temiz kıyafet giymek, uyumlu olmasına dikkat etmek, taralı ve bakımlı saçlar, mahallenin üst değerleri arasındaydı.

Mahallede İstanbul ağzı ile konuşmak adettendi. Kelimeleri düzgün telaffuz etmek, konuşurken nefes almak, vurgu ve tınlamalara dikkat etmek gerekirdi. Bu günlerde bir türlü İstanbul ağzı ile konuşmayı beceremedim. Büyükler konuşurken küçükler susar, konuşanlar birbirinin sözünü kesmez, konuşma sırasının kendisine gelmesini beklerdi. Yargılamadan, suçlamadan konuşmak adettendi. İnsanlar birbirlerini toplum içerisinde uyarmazdı. Teke tek kaldıklarında empatik bir dille gerekli uyarılar yapılırdı.

Şimdi Ankara’da bir sitede ikamet ediyorum. Aynı katta dört aile yaşıyoruz ve kimseyi tanımıyorum. Sitede yaklaşık 100 daire var, sadece apartman görevlisiyle selamlaşıyorum. Bir sorun yaşasam, ilk etapta destek alabileceğim kimseyi tanımıyorum. Bu sadece bana özgü değil. Genellikle metropolde, lüks rezidansların yapıldığı her yerde benzeri sorun var. Biz Türk toplumu olarak hızlı şehirleşme ile “Mahalle Kültürünü” kaybettik. Mahalle kültürünü kaybetmekle birlikte sosyal denetim ve sosyal öğrenme mekanizmalarından da mahrum kaldık. Antisosyal davranış sergileyen, sapık ve saldırgan olanlara metropollerdeki yalıtılmış hayat, bir yaşam alanı sundu. Çocuklarımıza iyi davranışları, iyi rol modelleri ve iyi konuşmaları örnek gösterip sosyal öğrenmeyi sağlayamadık. Tüm bu gelişmeler sonucunda boğulan vatandaşa, müdahale etmek yerine cep telefonu ile kayıt almaya çalışan, içinde yaşadığı topluma yabancılaşan kişileri yetiştirdik.

Sonuç olarak insanlar toplumsal bir varlıktır. Bu sebeple toplumsal yaşar ve yaşadığı toplumda etkileşim yoluyla öğrenir. Mahalle kültüründen koparıp rezidans kültürüne taşıdığımız gençler, sosyal öğrenme olanaklarından mahrum oldukları için hem toplumsal değerleri daha iyi öğrenemiyor hem de rol modellerden uzakta yetiştikleri için tam öğrenme gerçekleşmiyor. Büyük aileden kopmalar yaşanıp küçük, çekirdek aileye geçiş yapıldığı için, çocuklar hem otoritenin hem de sevginin temsilcisi olarak anne-babayı görüyor. Bu durumda, sürekli çatışmaya neden olmaktadır.

Prof. Dr. Sinan Canan’ın bir söyleşisinde kullandığı örnek olay oldukça dikkatimi çekmişti. Afrika’daki hayvanlar sürü halinde yaşarken, saldırgan hayvanlardan korunmak amacıyla, en çok yaşlıları korudukları ve yaşlıları aralarına aldıkları görülmüştür. Bu durumun nedeni olarak; yaşlı hayvanların sürüye deneyimleri ile rehber olmaları, otlakları iyi bilmeleri, geçitler konusunda deneyimli olmaları etkili rol oynamaktadır. Yaşlılar öldüğünde genç hayvanlar ne yapacaklarını bilemedikleri için çok fazla sorun yaşamaktadırlar. Sürü yaşlılar sayesinde birçok bilgi birikiminden yararlanmakta ve aynı hatayı defalarca deneyimlemeden başarıya ulaşmaktadır. Benzeri bir durum insanlar için de geçerlidir. Bu duruma örnek olarak, çocukları mahalle kültüründen, büyükbaba ve büyükanne eğitiminden uzaklaştırdığımızda 60-70 yıllık deneyimlerden çocukların yararlanmasına engel olup, aynı hatayı herkesin yapıp, aynı deneyimi yaşamasını istedik. Bu durumda herkes aynı hataları defalarca yapıp doğruyu bulmaya çalıştı. Diğer bir örnek olarak Japonlar, emekli olanlara oda verirler ve deneyimlerini paylaşmalarını isterler. Mahalle kültürü de çocuklara bu deneyimlerin, değerlerin aktarıldığı ve yaşandığı nadir eğitim ortamlarından birisidir. Yeni konut projeleri mahalle kültürünü yok etmeyen bilakis pekiştiren bir şekilde yeniden düzenlenmelidir. Mahalle informal öğrenmenin en çok yaşandığı ve pekiştirildiği sosyal çevrelerdir. Mahallelerde iyi örnekler olduğu kadar ders çıkarıcı örnekler de mevcuttur. Örneğin, Ahmet Bey’in evine gelen haciz, eşyalarının maliyeciler tarafından toplanması, hırsızlık yapan bir kişinin hapis hayatı ve yakınlarının yaşadığı travma, çok güçlü bir öğrenme ekosistemi yaratır. Mahalle eğitim sürecinde yaparak, yaşayarak, öğrenilen nadir eğitim kurumları arasında yer alır.

YORUM EKLE